Filmlere bile konu olan bu güzel sarayı gezmeyen kaldı mı? Eğer hala gezmediyseniz gerçekten çok ayıp ediyorsunuz benden söylemesi! Yani 600 yıllık bir imparatorluğa neredeyse 400 yıl boyunca idare merkezliği yapmış bir saray nasıl merak edilmez ya nasıl gezilmez? Tiz kellesini vurun bu gafillerin!
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alınca (1453) bugün artık “Sarayburnu” diye anılan yarımadanın tam da ucuna, 1478 yılında yaptırmış Topkapı Sarayı’nı. İlk yıllarında 700.000 m2’lik bir alanı varken şuan müze bölümü 80.000 m2 alana sahip. Neden? Çünkü bizim dedeler taşı tarlayı satıp satıp yimişler! Yok yok öyle değil, saraya ait alanların bir kısmı bugün Gülhane Parkı diye bildiğimiz parka, Arkeoloji Müzesi gibi diğer yerlere tahsis edilmiş de ondan.
Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmet’ten Sultan Abdülmecid’e kadar olan (açın bakın bi zahmet hepsinin ismini yazamadım) sultanların daimi ikametgahı olmuş. Fakat Dolmabahçe Sarayı yapıldıktan sonra saray erkanı oraya taşınmış. Yine de hem bir ata yadigarı olması hem de Kutsal Emanetler Odası veya Saray Hazinesi gibi önemli bölümleri olduğu için tamamıyla terk edilmemiş, bu gibi yerlerin bakımı onarımı yapılmış ve önemli günlerde törenler yine Topkapı Sarayı’nda düzenlenmiş.
Aslında ilginçtir ki; sarayın müze olarak ilk kullanıldığı yıllar Sultan Abdülmecid zamanına rastlar. Çünkü o dönemin İngiliz büyükelçisine Saray Hazinesi bölümü gösterilmiş (gezdirilmiş) ve daha sonrasında ülkeye gelen yabancı konukların buraları gezmesi adet olmuş. II. Abdülhamid ise salı ve pazar günleri saray gezisini halka açmayı düşünmüşse bile bu isteğini gerçekleştiremeden tahttan indirilmiş. Hevesini kursağında bırakmışlar adamcağızın. Ama Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 1924 yılında müze olması için İstanbul Asar-ı Atika Müzeler Müdürlüğü‘ne (İsmi ben yazarken zorlandım inşallah okursunuz) bağlanmış.
Bazı ufak onarımlar ve binalar içerisinde alınan önlemler neticesinde (Allaaam haber sunuyom sanki) 9 Ekim 1924 tarihinde müze olarak açılmış. İlk ziyarete açılan bölümleri; Kubbealtı, Arz Odası, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mustafa Paşa Köşkü ve Bağdat Köşkü olmuş. Bence yakışır zaten ben en çok arka bahçedeki köşkleri seviyom. Bi de Hazine Dairesi tabiisi! Ama içindekiler yüzünden değil ya çok güzel manzarası var ondan.
Şimdi size bir kıyak yapsam en baştan sonuna kadar bölüm bölüm sarayı anlatsam ne güzel olur demi? Var ya çok şanslısınız ha ben de aynı şeyi düşünüyordum çünkü!
Bab-ı Humayun (Saltanat Kapısı)
Sultanahmet Camii tarafından gelip de saraya ulaşınca göreceğiniz ilk kapı burası. Topkapı Sarayı’nı şehirden ayıran bu büyük duvarlara Sur-i Sultani demişler. Noldu bu çocuğa Bülent Ersoy gibi oldu. Aaa laflara bak diyorsunuz di mi? Cidden öyle gibi oluyo ama isimleri böyle napalım idare edin ya azıcık. Ha ne diyordum; Bab-ı Humayun saraya ilk giriş kapısıdır. Daha doğrusu ilk avluya giriş kapısı burası çünkü toplamda 3 büyük kapıdan geçiyoruz ve 4 büyük avlu geziyoruz.
Kapının üzerinde Sülüs Hat Sanatı dediğimiz (biz öyle diyoruz evet) hat ile Hicr Suresi 45-48. ayetleri yazılıdır. Ayrıca bu kapının üzerinde bulunan kitabede şöyle yazar:
Bu mübarek kale, Allah’ın rızası ve inayetiyle bina edilmiştir. Karaların sultanı, denizlerin hakanı, iki alemde Allah’ın gölgesi, Doğu’da ve Batı’da Allah’ın yardımı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye’nin fatihi ve cihan fetihlerinin babası olan Sultan Mehmed Han oğlu Sultan Murad Han oğlu Sultan Mehmed Han’ın. Allah Teala onun hükümdarlığını ebedi kılsın ve makamını feleğin en parlak yıldızının üstüne çıkarsın. Ebu’l Feth Sultan Mehmed Han emriyle 883 (Hicri) yılının mübarek Ramazan ayında (Kasım-Aralık 1478) imar ve inşa edildi.
Genellikle yaptırılan yapıların giriş kapılarına bu tür kitabeler asılması çok sık rastlanan bir durum. Ben gittiğim her yerde görüyorum. Bodrum Kalesi girişinde bile Rodos Şovalyeleri yazmış koymuş yani. Ancak Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan bir yapıda II. Mahmut ve Abdülaziz tuğraları görmek çok garip geliyor insana. Evet Bab-ı Hümayun üzerinde bu padişahların tuğraları var ve bilin bakalım niye? Tamam ben söylerim. Bu padişahlar zamanında kapının yeniden yapılması veya tamir edilmesi söz konusu olduğu için. Ayrıca kapının iç kısmında eskiden kapı görevlilerinin kullandığı odalar var. Ha şuan göremezsiniz çünkü güvenlik girişi yaptılar oralara maalesef.
I. Avlu (Alay Meydanı)
Bab-ı Hümayun’dan içeri girdiğinizde ulaştığınız ilk bölüm oluyor kendileri. Buraya Osmanlı zamanında halk sadece belirli günlerde alınırmış. Devlet erkanı bu avluyu baştan başa at üstünde geçerken o garipler yaya olarak girmek zorundaymış. Buraya Alay Meydanı denilmesinin asıl nedeni de odur. Bab-ı Hümayun ile Bab-üs Selam arasındaki bu geçiş genelde Padişah’ın sefer dönüşünde, culüs dağıttığı zaman ya da Valide Sultan’ların saraya taşındığı zamanlarda Alay Geçişleri olarak yapılırmış.
Siz kapıdan girer girmez sol tarafa baktığınız zaman (Sütiş Restoran) bir zamanlar sarayın dış karakolu olarak kullanılan binayı göreceksiniz. Onun yanında odun ambarı varmış diyorlar ama maalesef günümüze kadar ulaşamamış. Yürümeye devam ettiğinizde yine sol tarafta kalacak olan Aya İrini Kilisesi size bir hoşgeldiniz selamı çakacak. Burası Osmanlı zamanında Cebehane (cephanelik) olarak kullanılmış. Şuan müze olarak gezebileceğimiz Aya İrini camiye dönüştürülmemesi ile de ayrı bir öneme sahip. Aya İrini’nin hemen yanından başlayıp aşağıda Çinili Köşk (Arkeoloji Müzesi) tarafına kadar uzanan yapının ismi ise Darphane-i Amire. (Bunun ne olduğunu anlarsınız zaten) Gümüş ve altın sikkelerin basılma işleri buradan yürütülmüş. Şuan bütün binalar değilse bile büyük bir kısmı günümüze ulaşmış ancak içini gezmek mümkün değil.
Darphane binalarının sonunda bir zamanlar Kız bekçileri veya Koz bekçileri adı verilen bir kuruluşun yerinin bulunduğunu biliyoruz. Çünkü sarayın içerisinde Harem bulunmakta ve bu kapıdan depolara ve haremin dışa açılan bölümüne giriş yapılabiliyor. Daha önceleri de bu kapıdan geçerek Arkeoloji Müzesi’ne gitmişliğim var. Fakat şuan tadilatta ve büyük ihtimalle hediyelik eşya dükkanı olarak yeniden açılacak.
Bâb-ı Hümâyûn’un girişinden itibaren sağ tarafta sırasıyla Enderun Hastahanesi (şimdiki jandarma karakolu), sarayın Marmara denizine bakan tarafındaki yapılarına ve bahçelerine inen yol ile bir zamanlar Dizme Kapısı denilen kapı, Hasfırın ve Dolap Ocağı vardı. Vardı diyorum çünkü artık yok.
İkinci kapıya (Babüsselam) yaklaştıkça II. Abdülhamid tarafından bu meydanın sağ kenarındaki duvara taşınmış 16. yüzyıla ait meşhur Cellat Çeşmesi görülür. Burasıyla ilgili çok hikayeler anlatıyor. Tamam itiraf ediyorum çok güzel sallıyorlar! Neymiş işte kelleleri burda uçuruyorlarmış sonra baltayı çeşmede yıkıyorlarmış filan!
Çeşmeye gelmeden müzenin kafeteryasını göreceksiniz. Ben en çok buraya üzülüyorum. Çünkü bir zamanlar bu yapı dostlar, Kağıt Emini Kulesi veya Deavi Kasrı olarak bilinmekteydi. İyi de o ne demek ki acep? Hemen söylüyorum Bir nevi halkla ilişkiler bürosuydu. Buraya her gün vezirlerden biri gelerek halkın verdiği dilekçeleri toplar, dava sahiplerini dinler ve sonra bu konuyu Divan’a sunardı.
Bab-üs Selam
Bu da sevgili dostlar sarayın ikinci giriş kapısı ya da İç Saray‘a giriş kapısı da diyebiliriz. Buraya kadar giriş serbestti ancak içeriyi gezmek için bilet almanız gerekiyor. Müze olduktan sonra iç sarayı yalnızca biletli ziyaretçiler gezebilir haberiniz olsun. Sonra yok efendim biz bilmiyoduk, bize de mi bilet filan gibi şeyler duymayım ha!
Babüsselam, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1468 yılında yaptırılmış. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise yapılan onarımlar görmüş. Şöyle bir karşısına geçip de iyice baktığımızda, kesme taştan yapıldığını, geniş kemerli portal (biz öyle diyoruz) tonozu ve yan nişleri ile tam bir 16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin eseri olduğunu şakkadanak anlıyoruz. Ayrıca yine Doğu Avrupa gezisi yaptıysanız yine Osmanlı etkisiyle yapılmış buna benzer kale kapıları (Ör: Belgrad Kale Megdan) görmeniz muhtemeldir.
Çift kanatlı demir kapısı ise 1524’te İsa bin Mehmet tarafından yapılmıştır. Bize doğru bakan cephesinde Kelime-i Tevhid(Lâ ilâhe İllellâh, Muhammedün Resûlüllah) yazar ve ayrıca üstte Sultan II. Mahmud tuğrası vardır. Yanlardaki kitabeleri 1758 yılında onarım yapıldığı zaman eklenmiş ve onarımı yaptıran sultan olan, Sultan III. Mustafa tuğraları vardır.
E artık hazırsanız iç saraya girelim ve gezimize son gaz devam edelim dostlar!
İç Saray (Saray-ı Humayun)
Babüsselamdan içeriye girince sağ tarafınıza Has Ahır ve Matbah-ı Humayun yani Mutfak kalıyor. Bir zamanlar saray erkanının da kullandığı atlı arabalar Has Ahır bölümünde sergileniyorlardı. Ancak epeydir görmüyorum. Umuyorum tekrar geriye getirirler. Mutfak bölümü ise müze olarak düzenledi ve ziyaretçilere açık. Burada saray mutfağı ile ilgili bilgiler öğrenip, kullanılan eşyaları görebilmeniz de mümkün. Yani altın tepsiler, gümüş çatal bıçak setleri filan. Hepsi çeyizlik ona göre. Hadi size kıyağım olsun.
Sol tarafımızda ise tüm görkemiyle dikkat çeken Adalet Kulesi ve hemen onun bitişiğinde Kubbealtı ya da Divan bulunur.
Adalet Kulesi
AdaletKulesi Topkapı Sarayı’na boğazdan bakıldığında sarayın en belirgin bölümüdür, silüet içerisinde anıtsal bir yeri vardır. Osmanlı sultanının sonsuz adaletini sembolize eder. Uzaktan bakıldığında herkesin görmesi ve sultanın adaletinden emin olması amaçlanmıştır. Yani büyük kule varsa orada adalet vardır hacı. Kule yoksa o zaman sıkıntı. İlk olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa edilmiş ve yine Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1527-1529 arasında genişletilmiş. Ayrıca daha sonra II. Mahmud 1825 yılında kulenin üst kısmını yeniden yaptırmıştır.
Divan (Kubbealtı)
Kubbealtı ya da Divan, aslında hepimizin bildiği meclis binasından başka bir şey değil. Osmanlı Devleti’nde paşalar, sadrazamlar ve diğer devlet adamlarının Divan-ı Humayun denilen toplantılarını gerçekleştirdiği yer ahan da burası. Burada genelde biraraya gelerek devlet işleri hakkında konuşulur, görüşülür ve sonunda bir karara bağlanırdı. Arasıra padişahı başka ülkelerden ziyarete gelen konukların da burada bir nevi “waiting lounge” yani bekleme salonu olarak burayı kullandığı söyleniyor.
Tabii ki de ilk olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) ahşap olarak inşa edilmiş ve bilin bakalım kimin döneminde yenilenmiş. Evet Kanuni döneminde Mimarbaşı Alaeddin tarafından 1527-29 yıllarında yeniden yapılmış. Yine tabii ki çeşitli dönemlerde bir takım onarımlar görmüş ve değişikliğe uğramış. İçeriye girdiğinizde gördüğünüz süslemeler, revağın (sundurma) sütun ve kemerleri 16. yüzyıldan kalma ama bugünkü haline 1792 yılında geçirdiği onarım ve eklemeler ile gelmiş. Kafanızı kaldırıp baktığımızda kubbeler görüyoruz. Odaları kubbeler örttüğü için buraya aynı zamanda Kubbealtı ismi de verilmiş.
Bab-üs Saade (Mutluluk Kapısı)
Bu kapı da değerli okurlar, Divan-ı Humayun’dan sonra az ilerde (kime sorsan gösterir) karşımıza çıkar ve 3. avluya (bahçeye) geçiş kapısıdır.
Hem mimari açıdan hem de simgesel olmasından dolayı sarayın en önemli kapısı Bab-üs Saade’dir. Peki ama neden? Şimdi dikkatle okuyun lütfen! Tiz sözlerimi dinleyün! Divan meydanı ile Enderun okulunun ve hatta padişah dairelerinin bulunduğu 3. avluya açılan bir kapı olması, ayrıca culüs, bayram gibi törenlerde yani önemli günlerde bu kapı önüne büyükçe bir taht konularak padişahın oturduğu saray törenlerinin yapıldığı yer olması gibi nedenlerden ötürü bu kapının her zaman yeri ayrıdır. Herkes en çok burada vakit geçirir.
Yukarıda söz konusu törenlerin yapıldığı bir zamanın canlandırmasını görebilirsiniz. Yüzyıllar boyunca aynı yerde adamlar tören yapmış. Vaay beee! Hatta sefere gidecek olan sadrazama Sancak-ı Humayun burada törenle teslim edilirmiş.
Bu güzelim kapıdan geçince adı gibi mutluluk veriyor insana içerisi. Çünkü Has Bahçe orada! Buradan sonra zaten insan gezip göresi kalmıyor. Bir boğaz havası bir manzara ki offf diyorum. O yüzden sevgili dostlar ben bi kahve molası veriyorum burada size de diğer yapıların fotolarını atıyorum. Hadi iyi gezmeler olsun!
1 Comment