İstanbul klasikleri serimiz belki de dünyanın en güzel müzesiyle devam ediyor…
Gerçekten ne kadar çok gezdim dolaştım içini dışını bilmiyorum ama her seferinde beni yeniden heyecanlandıran müzelerden birisi Ayasofya Müzesi!
Öncelikle etimolojik bilgilere girmek gerekirse “Aya Sofya” kelimesi Hagia (kutsal) ve Sophos (bilgelik) kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş bir isimdir. Kutsal Bilgelik ise Ortodoks mezhebinde tanrının 3 niteliğinden birisidir.
Roma döneminde İstanbul’da büyük kilise olması amaçlanan Ayasofya tam 3 kere yapılmıştır. Ayasofya I ve Ayasofya II maalesef günümüze ulaşamamış fakat Ayasofya II’nin bazı parçaları ve zemin taşları bugünkü müzenin bahçesinde görülebilmektedir.
Şuanki bina ise 532-537 yılları arasında kendi zamanının önüne geçmiş iki bilim adamı Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius tarafından yönetilen yaklaşık 10.000 (on bin) kişilik bir ekip tarafından I. Justinianus’un isteğiyle yaptırılmış. Burada dikkat gerektiren şey dostlar; böylesine büyük ve görkemli bir yapının 5 yıl içerisinde bitirilmiş olmasıdır. Nasıl bu kadar hızlı yapmışlar acaba derseniz de cevabı şudur; binanın yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşlar imparatorluğun başka yerlerinde bulunan tapınaklardan (Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan, Lübnan’daki Baalbek Tapınağı’ndan) getirilmiştir.
Tarihi boyunca 916 yıl kilise ve 482 yıl cami olarak kullanıldıktan sonra 1934 yılında Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müze olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmıştır. Bugün pazartesi günleri hariç; kış döneminde müzeye son giriş 16.00 olmak üzere 09.00-17.00 saatleri arasında; yaz döneminde ise, müzeye son giriş 18.00 olmak üzere 09.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilmektedir.
Ayasofya I
İmparator Konstantinos şehre kendi ismini verdiğinde (Konstantinapolis) Hristiyanlık dinini resmi din ilan edip ilk Ayasofya’yı 360 yılında inşaa ettirmiş. Bu bina ahşap çatılı daha basit bir mimarisi olan, uzunlamasına planlanmış yani bazilika planlı yapılmıştır. İlk yapıldığı zamanlarda ismi Megala Ekklesia (Büyük Kilise) olarak isimlendirilmiş. Gerçekten de İmparatorluk tarihi boyunca İstanbul’da yani başkentteki en büyük kilise olarak kullanılmıştır ki; biz böyle büyük kiliseleri katedral olarak biliyoruz. (Bkz. Katedral, Bazilika, Şapel nedir)
Fakat 404 yılında İmparatoriçe Eudoksia ve Patrik Ionnes (İoannis) arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu Patrik Ionnes sürgüne gönderilmiş ve bunun üzerine halk galeyana gelip etrafı yakıp yıkmaya başlayınca Ayasofya I de bu yıkımdan payını almış ve şu an günümüze ulaşan bir kalıntısı kalmamıştır.
Ayasofya II
İlk kilise yangında harap olunca İmparator II. Theodosios 415 yılında Ayasofya’yı yeniden inşaa ettirmiş. Bu kilise de ilki gibi ahşap çatılı ama ilkine nazaran daha büyüktür. Günümüze ulaşam bilgilere göre beş nefli bazilika planlı inşaa edilmiş ve anıtsal bir girişi vardır. Ama maalesef ilk kilisenin başına gelenler ikinci Ayasofya’nın da kaderi olmuş. Romalılar sıkıldıkça kilise yıkmışlar heralde. 532 yılında aristokrat takımı temsil eden Maviler ile esnaf ve halkı temsil eden Yeşiller grubu imparatorluğa karşı ayaklanma çıkarınca Ayasofya II de yıkıma uğramış. Hatta daha sonra bu ayaklanma tarihte “Nika” ayaklanması olarak anılacaktır.
Bugün müze bahçesinde 1935 yılında yapılan kazılar sonucu bulunmuş ve ortaya çıkarılmış anıtsal girişe ait kaideleri, sütunları ve mermer blokları görmek mümkün. Bu mermer blokların üzerindeki kuzu figürleri 12 havariyi temsilen yapılmış olup, ortada bir çoban figürünün daha olduğu ve bunun da Hz. İsa’yı sembolize ettiği söylenir. Belki bu alanda daha fazla eser de bulunabilirdi ama normal girişten 2 metre aşağıda olduğu için şimdiki binanın temelini zedeler kaygısıyla kazılara son verildi. İyi de başkan nereye düşüyor buralar derseniz; kafeterya tarafına bakan alanda görebilirsiniz.
Ayasofya III
Günümüz Ayasofyası, yapıldığı dönemde dünyadaki en büyük katedral olmuş, görkemli bir mabed, Fatih’i bile güzelliğiyle büyülemiş, gören herkesi kendisine hayran bırakan bugünkü müze binasıdır.
Mimari anlamda burada bazilika planın yanısıra kubbe ile bütünleşen bir yapı vardır. Toplamda 3 nefli ve 2 narteksi (giriş koridoru) olan bu büyük yapıyı daha güzel hale getirebilmek için İmparator Justinianos 532 yılında başlattığı inşaa için dört bir yana haber salmış ve nerede güzel sütunlar, mermerler, yapı parçaları varsa toplattırmış; buraya getirtmiş. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmış. İkinci narteks üzerine adeta bir fayans gibi döşenmiş olan bu mermerleri ikiye keserek simetrik bir motif oluşturup daha estetik görünmesi sağlanmış. İç mekanda kullanılan sütunların Efes Artemis Tapınağı‘ndan ve Mısır (Heliopolis) Güneş Tapınağı’ndan geldiği biliniyor. 40 tane sütun alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere toplamda 104 adet sütun vardır.
23 Aralık 532‘de bu büyük yapının açılışı imparator Justinianos tarafından yapıldığında o zamana kadar kabul edilen en büyük yapı olan Süleyman Tapınağı (Kudüs Tapınağı) ‘ndan daha büyük olduğu için; imparator açılış konuşmasında ‘Ey Süleyman, seni geçtim!’ demiştir.
Latin İstilası Dönemi
1204-1261 yılları arasında IV. Haçlı Seferleri sırasında Venedik Dükü Henricus Dandolo komutasındaki haçlı ordusu İstanbul’da büyük bir yağma gerçekleştirmiş ve maalesef bu yağmadan Ayasofya da payına düşeni almış.
Kilisede bulunan, Hz İsa’nın mezar taşı parçası, Hz. Meryem’in sütü, azizlerin kemikleri ve Torino kefeni olarak bilinen Hz. İsa’nın silüetinin geçtiğine inanılan kumaş gibi kutsal olan eşyalar ve tabii ki de altından ve gümüşten yapılmış değerli parçalar bu yağma sırasında Avrupa’ya taşınmış. Bu dönem Latin İstilası olarak tarihe geçmiş ve bugün özellikle de üst galeride hem komutanlarının sembolik mezar taşını hem de askerlerin yaptığı bu vandalizm izlerini hala görebiliyoruz.
Osmanlı Dönemi
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’yı camiye çevirmiştir. Tabii ki bu yapı değişikliği sırasında cami öğeleri (minber, mihrap vs) yapıya eklenirken; mozaiklerin üstü ince bir tabaka ya da bronz plakalarla kapatılmıştır. İlk minaresi de yine Fatih döneminde inşa edilmiştir. Osmanlılar bu tür yapılarda genellikle taş kullanırlar fakat minarenin hızlı bir şekilde inşa edilebilmesi amacıyla bu minare tuğladan yapılmıştır. Minarelerden biri de Sultan II. Bayezid tarafından eklenmiştir. Bugün 4 minaresi vardır.
Yapıldığı günden bu yana çeşitli depremlerle zarar gören Ayasofya, Osmanlı döneminde de sağlamlaştırma çalışmalarıyla ayakta tutulmuştur. Hemşerim ünlü Mimar Sinan yine zekasını kullanarak; yaptığı minareleri ana mekanı ve kubbeyi tutan yan duvarlara yaslayarak aynı zamanda bu minarelerin bir destek mekanizması olmasını sağlamış.
Ana mekana girişte sağ ve sol köşelerde göreceğiniz mermer küpler; bugün İzmir’in Bergama ilçesinde olan Pergamon antik kentinden getirilmiş ve Sultan III. Murad tarafından buraya hediye edilmiştir. Ayrıca mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller ise; Kanuni Sultan Süleyman tarafından Budin seferi (1526) sonrasında yine Ayasofya’ya hediye edilmiştir.
Ayasofya’da en büyük iyileştirme çalışmaları ise; Sultan Abdülmecid Dönemi’nde 1847-1849 yılları arasında, İsviçreli Fossati Kardeşlere yaptırılmıştır. Bu çalışmalar sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır. Yine aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.
Müze Olması
1930 ile 1935 yılları arasında Ayasofya’da bir restorasyon çalışması başlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bir dizi çalışmalar yapılmış ve yapının çeşitli yerlerinin restorasyonları, kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi gibi işler yürütülmüştür. Restorasyon sırasında Ayasofya’nın, yeni Türkiye Cumhuriyeti‘nin laiklik ilkesi doğrultusunda, yapılış amacı olan kiliseye tekrar çevrilmesi konusunda fikirler ortaya atılmışsa fakat bölgede yaşayan Hristiyan sayısının çok az olması ve mimarinin tarihî önemi göz önüne alınarak Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir.
1 Şubat 1935 yılında ise, bilindiği üzere müze olarak düzenlenmiş ve ziyaretçilerine açılmıştır.